Küçük İnsanların Küçük Öyküleri / 28 Aralık 2006 / Cumhuriyet Kitap

Naci Girginsoy, Varlık dergisinde yazdığı yazılarla, Türkiye’nin kültürlenme sürecine Yaşar Nabi Nayır kadar olmasa da, önemli katkısı olan bir aydın-yazar. Bu bakımdan anımsanmasında ve kitaplarının yeniden basılmasında yarar var. Ayrıca ‘Mavinin Ölümü’ndeki öyküler gerçekten usta işi öyküler.
Salih BOLAT

Mavinin Ölümü, Naci Girginsoy’un tek öykü kitabı. Girginsoy, özellikle 1950-65 yıllarında yoğun olarak Varlık dergisinde deneme, eleştiri ve öyküler yayımlamış Cumhuriyet kuşağından bir yazar. Öykülerinde arı bir türkçe, yalın bir anlatım temel özelliğini oluşturuyor. Geçip giden yaşam karşısında bireyin tasarılarından, gelecek düşlerinden bir, bir vazgeçişi, yitirilen bir şeylerin, insanın içinde, derinde bir yerde bıraktığı izlerin dışavurumu, öykülerin ana izleklerinden biri: ” …Yanıt vermek boşunaydı, başını öte yana çevirdi, ezik, yorgun; sandalyede, eski bir resim gibi, ilk gençliği, gözlerini dikmiş, ona bakıyor. Kalkıp gitmek için davrandı, önledi ilk gençliği, ‘beni de dinlemelisin’ dedi. (Dörtlem)”

Küçük İnsanların Küçük Öyküleri

Gelişen teknolojinin, kentleşmenin, artan nüfusun oluşturduğu çevre sorunları, gelişme adına çevrenin katledilişi de öykülerin merkezini oluşturuyor. Kitaba adını veren, “Mavinin Ölümü” adlı öykü, doğanın yargılandığı bir tür mahkeme kurgusu içinde ele alınır ve doğa, “Mavi” kavramıyla simgeleştirilir. Soyut bir yargıç önünde kendini savunan öykü anlatıcısı, “Mavi”nin katledilişi ile ilgili olarak kendini şu biçimde savunur: ” Sayın yargıç, suçsuzum. Düpedüz cinayet bu, biliyorum. Ama onu öldüren ben değilim, başkaları. Sayılamayacak kadar çoktular. Önleyemedim. Birlik oldular, hınçla mavinin üstüne saldırdılar. Onlara katılmadım, engel de olamadım. Şaşırdım, korktum. Önce, deniz kenarı şehrinin huzurlu sessizliğinde yerleri kazdılar, törenlerle, nutuklarla. Sonra o kara bacaları diktiler. Güneşli, duru maviliğe nişan alıp kara duman savurdular. Yaralandı gökyüzü, sendeledi. Göğsündeki kirli, ağrılı lekelerle yukarılara çekildi…”
Naci Girginsoy’un , “Mavinin Ölümü”nde yer alan öyküleri için, genel olarak durum/kesit öyküsü diyebiliriz. Çünkü süreçsel nitelikte gelişen olaylardan çok, ayrıntılar, duygusal deneyimler çevresinde gelişen betimlemeler söz konusu. Yazar mutluluk, aşk, hüzün gibi duygu durumlarıyla, iyilik, hoşgörü, sevgi gibi değerler çevresinde bir “duygusal etki” yaratmak amacıyla öyküsünü kuruyor. Yoksa, okuru bir kurmaca evren içinde yaşatmak gibi bir amacı pek yok. Belirlediği motifler ve öğeler çevresinde geliştirdiği yer yer şiirsel dil (yanıt vermek boşunaydı, başını öte yana çevirdi, ezik, yorgun; sandalyede, eski bir resim gibi), bu amacını belirginleştiriyor.

Günlük yaşamın kargaşası içindeki küçük insanların küçük serüvenleri, çatışmaları, öykülere çıkış oluşturan durumlar ve kesitlerdir: “…Çamaşırı, temizliği, sökük-dikiği tamamlamışlar, ütüden önce akşam yemeğine oturmuşlardı ana kız. Belledikleri, lezzetli damaklarında kalan yemekleri de özlüyorlar, vakit darlığından, olanaksızlıktan yapıp yiyemiyorlardı. Tarhana çorbası, bulgur pilavı, yoğurt, bol biberli kuru fasulye, yufka, turşu, taze sebzeler burunlarında tütüyordu. (…) Yeni topraklar alıp, bir çiftlik kurunca tüm hasret, tüm sıkıntılar bitecekti. Yeni bir iş tutulmasa bile, köy ne güne duruyordu…”

ÇOCUĞUN ALGILANMASI

Mavinin Ölümü’nde çocukluk, büyüklerin dünyasında çocuğun algılanma biçimleri ve bu algılama biçimlerinin, toplumsal sistemin temellerini oluşturan değerler olarak yer alıyor:” Elbette bağırmak ayıp. Şarkı söylemek istese, ayıp. Gülse, ayıp. Koşmak, ayıp. Gürültü yapmak ayıp. Büyükler başlamadan ulaştırması ayıp. Bir, büyükler gibi olmak, büyükleri dinlemek, onların dediklerini yapmak serbest. (…) Büyüdü istemeden. Büyüklerine uydu istemeden. Okudu. Çalıştı. Adam oldu onlara göre. Kardeşleri de büyüdü. Bir büyük ablası kaldı, çocuk. En çok onu severdi. (…) Kardeşler iş tutunca dokunulmazlık kazanmışlardı. Para getiriyorlardı eve. (…)

Girginsoy, öykülerini oluştururken, gerçeklik duygusu oluşturmak için çeşitli tekniklerden yararlanıyor. Bunlardan biri de, mektup tekniği. Wallace Hıldıck’a göre mektup yöntemi, konuşmanın tazeliği ile yazma olanağı tanır. Bu teknikle karakterlerin bastırılmış coşkularını ortaya çıkarmak mümkündür. Bu tekniğin belki de en büyük avantajı, mektupların bir olayın parçası ya da bütünü olması ve okurun da kendini olayların içinde hissetmesidir. Eylemin çok geniş bir döneme yayıldığı olay örgüsü, mektup yönteminin kullanılması için en uygun olanıdır. Olaylar arasındaki kısa zaman farkları, mektuplarm yeterli uzunlukta değiştirilmesine fırsat verir. Bununla birlikte, çok kısa zaman aralığında gerçekleşen birçok öyküde, bu yöntemin pek fazla kullanılmamasının nedeni, bu öykülerin tek bir olay çevresinde gelişmesidir. “Bırakın Yaşayalım” adlı öyküde, yazar, içinde bulunduğu toplumsal çalkantıları, öykü dili içerisinde, ama mektup tekniğiyle paylaşıyor okurla. Nuray Akça adlı öykü karakterinin ağzından, bir çocukluk arkadaşına yazılan mektupta, toplumsal çevrenin nasıl değiştiği, insanların nasıl bir bir savrulup gittiği, geçmiş günlerdeki içtenliğin nasıl kaybolduğu ve bireyler arasında nasıl güvensizlikler oluştuğu şu tümcelerle anlatılıyor: “Kardeşim Yiğit, mektubunu aldım. Kısa yazmamdan sakınıyorsun. Çok çok yaz, diyorsun. Öyle yapmaya çalışacağım. (…) Ne dersin, masamdaki yeryüzü yuvarlağının Türkiye kapısından çıksam ya da pencere açıp, ‘bırakın yaşayalım!’ diye bağırsam, sesimi duyarlar mı ki? (…) Yiğit kardeş, benden uzun mektuplar istemiştin. Başını ağrıttım. Bağışlarsın, değil mi? Sen de yaz. Yeni okulunu, yeni arkadaşlarım, istanbul’daki yeni yaşamım yaz. Sekiz yıllık okul arkadaşların, mahalle arkadaşlarım, hepimiz, sana esenlik, basan diliyoruz. Hoşça kal.”

Günlük tekniği de Girginsoy’un başvurduğu anlatım olanaklarından biri olarak karşımıza çıkıyor. Yalnızca bir kitaplık öykü yazmış olmasına karşın, öykü yazımında bu denli değişik tekniklere başvurması, Girginsoy’a kendi gerçekliği içinde baktığımızda, büyük bir yazarın habercisi olduğu izlenimi uyandırması açısından önemli. “Güzel Yarınlar Yakın” adlı öyküde, anlatıcı, bir kâğıt fabrikasında çalışmaktadır ve kırpıntı kâğıtlar arasında bir günlük bulur: “… Geçende yine öyle oldu. Kırpıntı kâğıt balyaları yığıldı. Ayağımla karıştırdım, kaim bir defter ilgimi çekti. Eğildim, aldım. Üfledim, tozunu silkeledim. Bir anı defteriydi bu. Şurasından, burasından okudum. Bayılırım günlük tutanlara. Ben, hiç yapmadım. Tembellik işte. Üstelik birbirine eş günler, aylar, yıllar. Yazacak şey bulamam. Kimilerinin ne çok anlatacak serüvenleri, duyguları, düşünceleri vardır. Aşkları. Defterin yaprakları solar, yazılar, kurutulmuş çiçekler de. Sevinçleri, üzünçleri kalır taze. Selim Tez’inki de öyle olmuş. Kim bu Selim Tez? Bilmem. Kendini tanıtmıyor. Yıllar boyu üşenmemiş, bir şeyler yazmış. Tümünü okumak, buraya almak olanaksız. Rastgele göz attıklarım şunlar: 29 Ekim 1933…”

Naci Girginsoy, öykülerinde genellikle birinci tekil (ben öyküsel) anlatı açısını kullanıyor. Bu yöntem, öyküde gerçeklik duygusu sağlamanın en yaygın yoludur. Hıldıck, bu yöntemin, öykü yazarları tarafından çoğunlukla benimsenen bir yöntem olduğunu belirtir. Bu teknikte öykü, gerçekten birisi (genellikle temel karakter) anlatıyormuş gibi yazılır. Dil kolay, günlük konuşma diline özgü, anlatıcı karakterin yapışma uygun biçimdedir. Karakter, bu yöntemle bir “gerçek” olarak ortaya çıkardır. Bazen “konuşan” birinci kişi, uzun bir romanda anlatımı sürdürmek için kullanılan bir yöntemdir. Ama burada başka bir ciddi sorun ortaya çıkabilir. On beş dakika süresince öykü anlatması gereken bir karakter için makul görülürken, okurun bir gerilim içinde sekiz ya da dokuz saat aynı şeyi yapabilen bir karaktere inanması istendiğinde, onun saflığı üstünde ağır bir basınç yapabilir. Ama Girginsoy, belirlediği anlatı açısını gereken koşullara göre ayarlamasını biliyor, tıpkı, “Beyoğlu Geceleri” adlı öyküde olduğu gibi: “Dönüşte anlatacak bir şeyimiz olmalı. Sanat tutkusunu İstanbul özlemiyle süsleyen, uzaktan, kaba, kalın çizgileri yumuşatan, güzelleştiren, kirli su birikintisini yansıtan renkli fotoğraf örneği, bizi katı gerçekten uzaklaştıran düşe yatkın bir şeyler. Öyle yaptık. Önce o daracık pasaja gittik, içtik. ‘Burası Çiçek Pasajı’ndan iyidir’ dedi arkadaşım. ‘Oraya sanatçılar gitmiyor artık.’ Başımı salladım, ‘elbet’ dedim.”

TÜRKİYE’YE ÖZGÜ GELİŞİM

Naci Girginsoy, Türk öykücülüğünde Memduh Şevket Esendal de dünya öykücülüğünde Maupassant arasında bir yere konulsa, yeridir. Ne var ki bu yer, yalnızca dil, anlatımdaki ritmin soğukkanlılığı, olaylara yaklaşımdaki olgunluk, öyküyü kurarkenki deneyim açısında böyle belirlenmeli. Yoksa, öykülerin izlekleri, ideolojik arka plan, gerçeklik karşısında sanatçının duruşu açılarından kendine özgü. Bir kez, Girginsoy, Türkiye’ye özgü bir tarihsel-toplumsal gelişimin dönüm noktasına tanıklık etmesi açısından önemli. Kentleşme, nüfusun hızlı artışı karşısında kaynakların yetersiz, düzensiz ve adil olmayan dağılımı, modernleşme karşısında bireylerin ve toplumun içine düştüğü çıkmaz ve kimlik bunalımı, ister istemez yazarın aynı zamanda bir “aydın” olarak “müdahale” etmesini gerektiriyor, işte Girginsoy, günümüzde pek fazla bir ölçüt olarak görülmeyen, Türk edebiyatında yazarın aynı zamanda bir aydın olarak işlev yerine getirdiği zamanların yazarı.

SALİH BOLAT 

Comments are closed.