Sülbiye Yıldırım, Işıl Özgentürk’ün AYA Kitap’tan çıkan son kitabı “Türkiş Dekameron”u KalemKahveKlavye için inceledi.
Zamana meydan okuyan, her daim geçerliliğini koruyan, okunmasa bile adını herkesin bildiği büyük edebi yapıtlar vardır. Bu edebi yapıtlar klasikleşmenin ötesinde edebiyatın mihenk taşları olarak her zaman yolumuzun üstünde dururlar. Bu yapıtlar okur ve yazar için güncelliklerini her daim korurlar ve ölümsüzlüğe ermiş karakterleriyle yeryüzünde zaman dışı yolculuklarını sürdürürler. Örneğin bir mit ve bir başyapıt olarak Don Kişot bunlardan biridir, üstelik roman türünün öncülüdür. Bir diğer önemli başyapıt da öykü türünün öncülü olan Dekameron Öyküleri’dir. Dekameron Öyküleri, tıpkı Don Kişot gibi, çığırından çıkmış zamanların öyküleridir. Boccaccio; Cervantes’den 250 yıl önce, 1348-1351 yılları arasında, bu öyküleri kaleme aldığında yaşanan zaman, Avrupa tarihinde köklü değişimlerin ve dönüşümlerin yaşandığı, Rönesans’ın öncüsü olan bir dönemin zamanıdır. Bu, devlet yöneticileriyle kilise arasındaki anlaşmazlıkların yoğunlaştığı, bunun sonucunda kilise egemenliğinin yavaş yavaş azaldığı dönemdir. Bu azalış halkın bazı dogmaları sorgulamasına, dinde ve yönetimde kendilerine dayatılan abartılı baskıların farkına varmasına yol açmıştır. Bu farkına varış kral ve din adamlarının her istediklerini rahatça yapmalarının önünü tıkamıştır. Halk, hakları için isyanlara başvurmuş, bu isyanlarla istediklerini elde edebileceğini görmüştür. Bu başkaldırıların ve kavgaların uzun yıllar süren savaşlara yol açması sonucunda ortaya çıkan kıtlık ve salgın hastalıklar, yok edici ağırlığını özellikle kırsalda yaşayan halk üzerinde hissettirmiştir. Payına ölümlerden ve açlıktan başka bir şey düşmeyen halk, yöneticilerden sorunlarına çözümden başka bir şey beklemezken, krallar ve kilisenin baş aktör olduğu yöneticiler vergileri artırmaktan başka bir şey yapmamıştır. Hatta bu vicdansız yöneticiler halkı zorunlu askerliğe mahkûm ederek, yeniden zora ve acımasız güce başvurmuşlardır. Daha çok ezilen ve sömürülen halk, bunların üstüne bir de yüzyılın başında Kara Veba illetiyle karşılaşınca, yaşanan karışıklık, içinden çıkılması zorlaşan kaos ortamına neden olmuştur. Hümanizmin ve Rönesans kültürünün öncülerinden olan Boccaccio; bu ortamın yarattığı manzarayı “Dekameron Öyküleri”yle resmetmiştir. Bu öyküler baskıyı yöntem olarak benimsemiş, ikiyüzlülük en belirgin özelliği olan, insani değerlerini yitirmiş bir yönetici sınıfın ve kara vebanın kasıp kavurduğu bir zamanın komik, trajik, çağının çok ötesinde, güncelliğini yitirmemiş öykülerdir. Günümüzden 670 yıl önce yazılmasına karşın hâlâ yeni, hâlâ diri insan öyküleridir. Konuları ve karakterleri ile yozlaşmış ve yıkılmakta olan bir toplumun bağrında filizlenen yepyeni bir çağın başlangıcının öyküleridir, Dekameron Öyküleri. İçinde bulunduğumuz zaman dilimi de tıpkı Dekameron Öykülerinde ya da Don Kişot’ta olduğu gibi; insanlık büyük kaos, akıl tutulması, körlük nasıl nitelendirirseniz niteleyin, bir alt üst olma halinin yaşandığı “Kara Veba” dönemlerden birini yaşıyor. Teknolojinin çok ilerlediği, bilimin neredeyse her şeyi çözdüğü, çözülmeyen tek sorunun ölüme çare bulmak olduğu bir ileri çağda yaşamamıza rağmen; insanlığın en mutsuz, en doyumsuz, kendi soyunu ve doğayı yok etmeye en yakın olduğu bir dünyaya mahkûmuz. Büyük savaşlar yerini yerel ve yaygın birçok küçük savaşlara bıraktı. Bir yanda obeziteden bir yanda açlıktan ölen insanlar bir arada, yan yaşarken, bir yanda da savaşın ve ölümlerin yol açtığı göçlerle evsiz ve yurtsuz kalan insanlar son derece lüks konutların gölgesinde barınaktan yoksun, sefaletten ölüyor. Hastalıklara çare bulmaya, dünyayı güzelleştirmeye yönelik kullanmamız gereken bilimi; daha zalimce öldüren, toptan imha eden silahları yaratmada kullanıyoruz. Buzullar eriyor, dünyanın iklimsel yapısı değişiyor. Endemik bitki örtüsü yok olurken bazı hayvanların da soyu tükeniyor ama insanlık hiç de gereği yokken kendine yeni ihtiyaçlar yaratarak dünyayı daha çok talan ediyor. Gereksiz tüketime, gereksiz ürünler imal ediyor ve onları satın alıp tüketmek için kendini ömür boyu köleliğe, dünyayı da yok olmaya mahkûm ediyor. Bütün bunları yapmak için de kendisine ahlâk kuralları, yaşam düsturu, namus anlayışı kısaca yeni değerler icat ediyor. İnsan değişiyor, dönüşüyor belki de insanlığından uzaklaşıyor.
Yenidünya düzeninin düsturu olan neoliberal ekonominin tüketim kültürü insanlarda yeni yaşam biçimi dayatıyor ve bu yaşam biçimi yeni değerler sistemini gerekli kılıyor. İnsan yapısını çok değiştiren yeni değerler sisteminde artık sınıfsal ayrışmanın olmadığı, sınıfların ortadan kalktığı, herkesin eşitlendiği iddia ediliyor. Oysa görece herkesin her şeyi yapabilme, her istediğine rahatça ulaşabilme serbesti bir algı olarak kalmaktan öteye gidemiyor. Tüketimden başka alanda eşitliğe olanak tanımayan ve paradan başka değere yer vermeyen, üstelik insanı değersizleştirip malların kölesi yapan sistemde insan yapayalnız, korunmasız, güvencesiz tek tipleşmiş olarak dolaşıyor. Bütün bunlar oluyorken edebiyat Boccaccio’dan devraldığı, tanıklıklarını yazıya geçirme işinden geri kalmıyor. Bir tarih yazıcısı gibi, belleklere kaydetmeye devam ediyor, tıpkı Dekameron öykülerindeki gibi. Neoliberal politikaların en sadık uygulamacısı olan ülkemiz, çağın çürümüşlüğünü en koyu yaşayan yerlerden biri. Değerler sistemimiz alt üst olduğu gibi, yozluğun, çarpıklığın, çürümüşlüğün en berbat renklerini bir arada yaşıyoruz. Sanki zaman tersine dönmüş, Dekameron çağına düşmüşüz gibi. Tanık olduklarımızı anlamaya ve algılamaya çalışırken peşinden öyle bir başkası geliyor ki bu kez başa çıkmadıklarımızı olağanlaştırıyoruz. Ama Işıl Özgentürk bu kanıksamışlığımıza karşı duruş gösteriyor. “Unutma! Uyan!” diyor ve tanıklıklarını bizim için belgelendiriyor. ‘Türkiş Dekameron’u yazıyor. Bu yılın Nisan ayında çıkan, adı ve öykülerinin yazım tekniğiyle, en çok da konularıyla Dekameron öykülerine göndermesi olan on yedi öyküden oluşan “Türkiş Dekameron”, usta bir yazarın okuyanı sarsan ama edebi yönünden ödün vermeyen hikâyelerini içeriyor. Gözlem gücü ve duru dilinin bileşimi olan eşsiz anlatımına ironiyi de katan Özgentürk’ün sinema yönetmenliğini hissettiren sinematografik anlatımı, öykülerin sarsıcılığını pekiştirirken okuru da yazdıklarına dâhil ediyor. Dekameron Öyküleri’nde olduğu gibi öykü içinde öykü dokuyan üst kurmaca tekniğinin ustaca kullanıldığı öyküleri okumaya başladığınız andan itibaren yazarla birlikte yazma sürecine de dâhil oluyorsunuz. Çoğu öyküde yazarla sohbet ediyor ve onun, sizi bir öykü okuduğunuza dair uyarmalarıyla karşılaşıyorsunuz. Bu uyarılara rağmen kitabın sonuna dek, okuduğunuz kurgu mu gerçek mi ikilemini yaşıyorsunuz. Bu katılımcı okuma, olayların ve karakterlerin tanıdıklığı sizi kitaba bağımlı kılıyor, elinizden bırakamıyorsunuz. Okur olarak yazma sürecine dâhil olmak, metnin kurmaca bir gerçekliğin ürünü olduğunu daima hatırda tutmamızı sağlarken yazarla aranızda manevi bir bağ da oluşturuyor. Aslında öykülerin konularının toplumsal olarak hepimizi tedirgin eden güncel olaylardan ve insanlık hallerinden seçilmiş olması da yazarla oluşturduğunuz bağı güçlendiriyor ama en çok da yazarın öyküler içinde anlatıcı olarak rol alması sizin de yazılanları sorgulayıp öyküye katılımınızı sağlıyor. Türkiş Dekameron’u okuma süreci boyunca soran, didişen, tartışan bir okur olarak etken rolünüzü hiç bırakamıyorsunuz, kitaba dâhil oluyorsunuz. Katılımcı bir okur olarak yazarla birlikte öyküleri dokuyorsunuz. Hayata tutunmayı başaramamış küçük insanların büyük hikâyesini anlatılan kitabın son sayfasını bitirip kapağını kapadığınızda karakterlerle birlikte yaşamaya devam ediyorsunuz, kitap yakanızı bırakmıyor. Karakterler o kadar tanıdık, o kadar bizden ki her yerde onları görebiliyorsunuz. “Sır Kardeşliği”ndeki Fevziye sizin de komşunuz. Tanıyorsunuz. “Tembihim Sıkıdır” öyküsündeki köy öğretmeninin, adı ‘Emanet’ olan çocukların sırrını öğrendiğinde “Türk Ailesi kutsal bir ailedir,” sözünün geçersizliğini en çok geçerli olması gereken toplumsal yapıda yok oluşunun şahitliğinde yaşadığı şaşkınlığı size yabancı gelmiyor.
“Mağdur Erkekler Korosu”ndaki erkeklerin sırrını, bir Avrupa Birliği projesi olan Türk Aile yapısıyla ilgili bir araştırma sonucunda öğrenmek kanımıza dokunsa da değerlerimizi sorgulamaktan ne kadar uzakta olduğumuz gerçeğiyle yüzleşmek oldukça sarsıcı geliyor. “Ebabillerin Tatlı ve Acı Hayatları” isimli öykü kolay okuyamayacağınız, iç acıtıcı, sarsıcı bir öykü. Tecavüzün dağladığı hayatları kararan çocuk Ebabilleri hepimiz tanıyoruz. Hepimiz, doğallaştırıcı söylemlerle olağanlaştırılan Ebabilleri haberlerde görüp dinleyip gazetede okuyoruz ama ne yazık ki çok kısa bir süre sonra unutuyoruz. Özgentürk bu unutuşa karşı adeta kafamıza bir balyoz indiriyor, tecavüzcülerle birlikte sistemi de sorgulatıyor bize. “Sünnet Masalları” öyküsüyle erkekler penceresinden toplumsal baskıyı sorgulamaya başlarken; bir sonraki “Karı ve Manita’nın İşbirliği” öyküsüyle, bu kez de erkeklerin, sünnettin onayladığı erkekliğini kadın üzerinde baskı aracı olarak kullanmayı kendisine hak görmesine şahit oluyoruz ve düşünüyoruz, ne ara biz bu kadar yitikleştik… Türkiş Dekameron iki bölümden oluşuyor. ‘Kafası Bozuk Hikâyeler’ ve ‘Bütün Mutlu Aileler’. Ayrıca bu iki bölüm de 17 öyküden oluşuyor ama tıpkı Dekameron Öyküleri’nde olduğu gibi, öykü içindeki öykülerle sürekli çoğalan öyküler yazmış Işıl Özgentürk, yazarken de eylemleri, tutkuları, aklı, zekâsı, erdemleri, kusurları, meziyetler ve sınırları ile son yılların “biz”ini bize anlatmış. Son söz, umalım ki; çekilen acılar ve yaşanan yıkımlar insanlığımızı yeniden keşfetmemizde bize yardım eder, “Kara Veba” salgınını yeneriz. Sevginin, umudun, barışın hâkim olduğu bir dünyayı yaratabiliriz.
SÜLBİYE YILDIRIM, kalemkahveklavye.com, 21 AĞUSTOS 2018